Siz Hangi Oyunsunuz?

Siz hangi oyunsunuz?

DSC_0085 “Ne kadar uzağa gidersen git başladığın yere dönersin sonunda.
Ne kadar değişirsen değiş,  Nerede mutlu olduysan hep oraya çevirirsin
kafanı…”  diyordu bir dizi kahramanı…

Nerde mutlu olduk sahi?  En çok nerde eğleniyor, nerde heyecanlanıyorduk?  Nerde
düşündüğümüzde kendimizi;  her dertten uzak, zevkin içinde buluyorduk?
Oyunlarımız değil miydi çocukluğumuzun en derin kahkahası, keyfi, heyecanı?
Dönüp dolaşıp başımızı oyunlarımıza çevirmemiz, bu yüzden değil mi? Hayatın
içine oyunlar sığdırmak istememiz, hayatımızı oyunlarımızdan esinlendiklerimizle
inşa etmemiz bundan değil mi?

Belki bu “Yetişkin her insanın içinde oyun oynamak isteyen bir çocuk saklıdır”
diyen Nietzsche’yi de, “Yaşam bir oyun gibi yaşanmalı” diyen Plato’yu da
doğrulayan neden.

Oyun hep vardı aslında. Oyun filogenetik mirasımızdı. Bu sayede dilbilimi;
oyunlarda kullanılan söz öğelerini, nesilden nesle aktarılan deyişleri
çözümledi.  Antropoloji; oyunlar yoluyla kültür yayılmalarını ve göçlerini
inceledi, kültür biçimlerini sınıflandırıp uygarlıkların niteliklerini
saptadı.  Matematik bilimi; oyunu gözlemleyerek günümüzde birçok alanda artarak
kullanılan, karar verme stratejilerini belirleyen  “oyun kuramını” oluşturdu.
Ruhbilimi; oyunu, hem çocuğu daha iyi anlamak hem de (hem çocuk hem erişkin)
ruhsal acılarını iyileştirmek için tedavi edici ciddi bir alan olarak gördü.

Oyunu tanımlama ve sınıflandırma isteği, anlamlandırma çabası, oyuna ilgi hep
oldu.

bhtitleSosyal bilim alanından Johan Huizinga oyunu, sınırlandırılmıs zaman ve mekanda,
belirli kuralları ve düzeni olan,  gönüllü olarak gerçeklestirilen, doğası
gereği özgür, “kurmaca” gibi hissettirse de oynayanı yine de içine çeken bir
eylem olarak tanımladı. Oyun kuramcılarından Roger Caillois’un    “Man, Play and
Games ”  adlı kitabındaki  iki boyutlu sınıflandırma, oyun için yaygın kabul
gördü.  Birinci boyutta iki kutup tanımlamıştı; eğlence, karmaşa, özgürlük,
doğaçlama ve neşenin ağır bastığı, kontrolsüz hayal gücünün öne çıktığı, içten
geldiği gibi oynanan oyunları içeren kutbu ‘paidia’ terimi ile; daha çok eforun,
sabrın, beceri ve dehanın gerektiği, disiplinin baskın olduğu, kuralların yoğun
olduğu oyunları içeren zıt kutbu da ‘ludus’ terimi ile ifade etmişti. İkinci
boyutta; oyunları, düşündürücü olup olmadığı, rekabet içerip içermediği (AGON;
satranç, spor karşılaşmaları, yarışmalar…), şans faktörünün bulunup
bulunmadığı (ALEA; zar oyunları…), canlandırmaya dayalı (MİMİCRY; taklitler,
“mış gibi” oyunlar…) ya da baş döndürücü olup olmadığına (İLİNX; kendi etrafında
dönme, salınma…) göre dört ana baslık altında incelemişti. İkiyüzün üzerindeki
çocuğu seksenin üzerinde oyun oynarken resmettiği “Çocukların Oyunları” tablosu
ile Ressam Brueghel 1560’ta bu tanımlama ve sınıflandırmaya kendi uslübunca
katılmıştı. Oyun isteğe bağlıdır. Gündelik yaşamdan farklıdır. Her oyun kendi
zamanını ve mekanını oluşturur. Kendi özgür alanını oluşturur.  Zorunlu
değildir. Oyun itkisinin hakim olduğu uygarlık olgun, düşlemsel uygarlıktır.
Kültürden beslenir.  Oyunu “duygusal bir laboratuar” olarak  gören Erickson;
Freud’dan farklı olarak oyunun sosyokültürel yönüne dikkat çekmiştir. Piaget’e
göre ise “Oyun uyumdur”.Oyun, yaşamın özüdür.  İçindeki çocukluğu yitirmeyenler bu yaşam sevincini
içlerinde taşırlar. Bu kişilerden biri de İsmail Uyaroğlu’dur; oyunu çocuğun
gözünden ne güzel anlatmıştır.
OYUN
Sebzelerden sevdiklerim:
Havuç, domates, oyun.
Meyvelerden sevdiklerim:
Elma, şeftali, oyun.
Bence en iyi besin oyun
Çünkü
Hiçbir şey yemesem bile bazen
Oynarken doyuyorum.

Sizin oyununuz neydi ya da hangi oyundunuz en çok? Hangi oyunu hayatınızın içine
aldınız?
Saklambac,savascilik,elim sende, yakalamaç,  ip atlama, kulaktan kulaga,  yerden
yuksek, sessiz sinema, casusculuk,  tika, bilyaya da meşe, arabacılık, evcilik,
körebe, yakar top, istop,  köşe kapmaca,  kızıldericilik,  don ateş,  kemer,
çizgi, beş taş, kutu kutu pense, tavsan kac tazı tut, bezirgan başı,  uzun eşek,
satranç,  kızma birader…….  Hangisi sizsiniz?

DSC_0148Okulda sıklıkla ip atlardı kızlar, iki kişi uçları birbirine bağlı lastik
parçasının içine girer, ortadaki iki sıra duran iple giderek artan zorlukta
evreler geçirirlerdi. Bazan daracık olurdu bu iki ipin arası, bazen çok yüksek…
Zıplamadan evvel tüm güçlerini toplar, iyice iplere kilitlenir öyle atlamaya
çalışırlardı. Lastiktendi ama sınırları çok netti… İpin oluşturduğu çizgi
sınırdı ve ona basmamalı, onu geçmemeliydi.  Sizin de iplerle çevrili
sınırlarınız var mı basmamaya çalıştığınız? Üzerinden atlayayım derken ayağınıza
dolandığı oldu mu ya da çok çektiğiniz için koptuğu?

Daha küçükken, giyilen eteğin fırfırlı olmasının da tetiklediği,  kendi
etrafında dönmece oyunu muydu sizi cezbeden?  Döndükçe tatlı bir sarhoşluğun
hissedildiği, bir müddet sonra dönmeden gelen gücü kontrol edememe heyecanı ile
köşeye savrulma korkusunun birleştiği an mıydı kalbinizi daha hızlı çarptıran?
Büyüyünce  de dünya etrafınızda dönsün istediğiniz oldu mu? O her şeyin
merkezinde olma sarhoşluğu hayatınızın içine sızan oyun olduğunda, döne döne bir
köşeye çarptınız mı hiç?
“Mış gibi oyunlar” başlığı altında istediğiniz olmak için hiçbir bedel ödememek
hoş değil miydi küçükken?  Herşey olabilirdiniz… Cinsiyet değiştirebilir,
yerçekimine inat uçan adam olabilir, okyanuslar içinde yaşayan bir kral ya da
kitap ağaçları yetiştiren bir çiftçi olabilirdiniz. Oyun her şeydi. Çocuğun her
şeyiydi. “Yazmasaydım çıldırırdım” diyen çoğu yazar gibi çocuk çıldırmıyorsa
oynayabildiğindendir.  Klein bu durumu;  1955’te yazdığı “Psikanalitik oyun
tekniği: tarihi ve önemi” makalesinde;  düşlemlerin, duyguların, kaygıların ve
oyunla ifade edilen deneyimlerin ya da oyun etkinliklerinin ketlenmesi
nedenlerinin anlaşılıp yorumlanmasının çocuğun ruhsal sağlığı için önemini
belirtmişti.  Sizin oynamasaydım çıldırabilirdim dediğiniz oyununuz hangisi?
Ben bir çocuk biliyorum; illa savaşcılık oynayan.  Orduları,  türlü çeşit
silahları, cephane ambarları olan büyük bir kahraman olduğunu hayal eden.
Sopa-silah-çubuk-ok-sapan-boru-tahta yanına almadan sokağa çıkmayan. Su
birikintilerine tepeden, helikopterle bombalar düşüren. Bombanın etkisi dalga
dalga suda izler bırakırken her dairede insanların öldüğünü hayal eden.  Zayıf,
korkak ve yalnız. Şimdi erişkin.  Bunları anlatırken bana, gözlerim açılmış
şaşkınlıkla.  “Bunları yapsaydım, evet korkabilirdin benden…” diyor.  “Ama
oynadım. Öyle olmadım”.

Sizin oyununuz neydi?
Hep atıp tuttuğunuz, topunuz mu vardı? Ne hızla vurursanız duvara, o hızla hatta
biraz daha yamuk geri dönen… Şimdilerde bir o yana bir bu yana zıplayan,
beyninizi arşınlayan top ne? Daha mı ağır? Bahçe duvarından daha mı sert döndü
hayattan?
Bir yarıştır belki yaşamınızda tekrar tekrar kurulan… Belki koşmaktan alınan
keyiften öte yanındakini geçmenin daha çok doyum verdiği?  Yavaşsınız belki,
satranç oynarken atılan adımlar kadar temkinli, planlı, her hamlesi hesaplı…?
Sizin gerçeğiniz neydi ya da hangi oyundunuz en çok? Hangi oyun hayatınızın
gerçeği oldu?
Körebenin ilk yakaladığı ben olurdum hep. Ebenin o şaşkın, görmez hali ile bir o
tarafa, bir bu tarafa çarpan hali pek bir üzerdi beni.  Aradığını bulması için
çeşitli yönlendirmeler, sesler yapılırdı. Görmeden bilmeden seslerin, nefeslerin
izini sürmek heyecanlıydı… Tahmin etmek, el yordamıyla denemek, bu arada bir
yerlere çarpmamaya çalışmak, bilinmezliğin içine yürümek güzeldi… Benim oyunum
körebeydi.. .Belki o yüzden seçtim mesleğimi.. Bir odanın içinde değil miydik
bizde… Karşımdaki “görmediği/sezinleyemediği/  fark edemediği/ bilinçaltında
olduğu”  için, sendelemiyor muydu?  Yaralar aldığı, durduğu, ilerleyemediği,
ketlendiği için karşımda değil miydi?  İlk başlarda onunla beraber  bilinmez
dünyasında gözlerimiz bağlı dolaşıyor, onun karanlık dünyasındaki nesnelerin
nasıl gözüktüğünü anlıyor,  sonra  geçici olarak onun gözü olup  “sözle”  onun
kendi yolunu bulmasına rehberlik etmiyor muydum?  Zaten psikiyatrinin semantik
olarak türediği sözcüklerin mitolojisi yine “görülmeyeni bulma çabası”na
göndermeler yapmıyor mu?  Psike’nin   Eros’u görmek istemesi ile aralarındaki
“gizli” oyun sona ermemiş miydi? Onu gördüğü an bitmişti. Tıpkı ebenin aradığını
bulduğu an oyunun bitmesi, bilinçaltının gün ışığına çıkması ile, terapinin
sonlanması gibi… Kişinin kendini gömesi ile, dünyayı artık kendi gibi değil de
olduğu gibi görmesi ile Winnicott’un  “yetişkinler  için oyun” dediği;
psikoterapinin bitmesi gibi…
Psikoterapi  ile oyun arasındaki benzerliğe dair çok şey söylenmiştir. Nasıl
çocuk oyunda kendisini, düşlemlerini, deneyimlerini, yaşadıklarına dair
geliştirdiği tepkilerini, istediklerini, istemediklerini dile getiriyorsa
psikoterapi ve psikanaliz de erişkinler için özel bir oyun alanı yaratır.
Çocukların oyunlarında hayallerini, fantezilerini;  “yetişkinlerin oyununda”
rüyalarını, sözcüklerini duyarsınız. Ne de olsa yine Winnicott’ a göre “Bütün
anlamlı insan ilişkileri, iki oyun alanının örtüştüğü yerde gerçekleşir”.

loltitleSimgeleme başladığında oyun başlar. İlk oyun anne ile bebek arasındaki bedensel
oyunlardır. Bebek ilk kendisinin uzantısı sandığı meme ile oynar. Ona dokunur,
sonra kendi bedenine, ellerine, yüzüne… Freud’a göre; çocuğun ilk kelimeleri ve
örgütlenmiş düşünceleri oluştuğu zaman oyun başlar ve dürtülere geniş bir
boşalım olanağı açar. Winnicott’un  “Oyun ve gerçeklik” kitabında ayrıntıları
ile anlatılan “geçiş alanı” ve  “geçiş nesnesi” nden bahsetmeden “oyun alanı” ve
“oyuncaklardan” bahsetmek eksik kalacaktır.  Homosapiens (düşünen)/ Homofaden
(çalışan)/ Homoludens (oynayan) insanoğlu için oyun;  ilişkilerinin,
gerçekliğinin, yaşamınının özüdür.  O kadar elzemdir ki yaşamak gibi; 1959
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi; 7. Maddesinde çocukların  oyun
hakkı beslenme ya da barınma hakkı kadar altı çizilenlerden olmuştur.
Oyun aradalık halidir. İçten dışa doğru açılan kapıdır… Winnicott’a göre; “İç
ruhsal gerçeklik ile dış dünya arasında”, Piaget’e göre; “soyut düşünce ve somut
deneyim arasında”, düşle gerçek, kurgu ile hayat arasında, bazen“geçiş nesnesi”
olan bir oyuncakla uyku ile uyanıklık arasında, bilinçaltı ile bilinç arasında,
öznelle nesnel arasında… Açılmazsa bu kapı, hastalık olur, ruh havasız kalır.
Boşalamazsa içerden dışarı, yer değiştirmezse iç gerçekler dıştakilerle, oyun
bozulur.

Anne ile olan ilişkideki güven alanı, ilk oyun alanıdır bebeğin. Bu güç ve
güvenle ancak başka nesnelere, oyuncaklara, arkadaşlara geçilir. Oynamak ciddi
bir iştir. Heraclitus’a göre “İnsanlık bir çocuğun oyunundaki ciddiyeti fark
ettiğinde kendini bulacaktır”.
Oyun en yakın ve gerçek ilişkinin resmidir ki bunu sezinleyen sanatçılar
şiirlerinde, şarkılarında beraber oynamaktan bahsederler.Çünkü oynamak
ilişkilenmek demek, ilişkide olmak bir oyunun içine girmektir. Bülent Ortaçgil
“oyunu” en çok şarkılara taşıyanlardan biridir.

“Su olsam, ateş olsam
Göklerdeki güneş olsam
Konuşmasam taş olsam
Yine de oynar mısın benimle

Susulsam, kusur olsam
Ağızdaki küfür olsam
Doğuştan esir olsam
Yine de oynar mısın benimle

Sayılmasam kaç olsam
Topraktaki güç olsam
Aptal gibi suç olsam
Yine de oynar mısın benimle

Benimle oynar mısın
Benimle oynar mısın” der  mesela  Bülent Ortaçgil ve başka bir şarkısında devam
eder:
“Küçüktüm ufacıktım
Şimdi büyüdüm çocuğum var
Ben hep sorular sorardım
Karşımda aynı sorular
Oyuna devam
Biz hiç kaybolmadık
Biz hiç kaybetmedik
Desem yalan
Oyuna devam”.
“Çocuk kendiliği ile erişkin kendiliği ortak düzlemde birleşirse kişi doyumlu,
üretken, yapıcı olur. diyor Piaget ve ekliyor  “Araştıran ve yaratan biri olmak
istiyorsanız toplum sizi büyümeye zorlarken, bir parçanızı çocuk olarak
korumanız gerekiyor” .  Bu da ancak “arada” olan, geçiş sağlayan, tam da geçiş
alanında olan oyunla mümkündür.  Exupery’nin “küçük prens” romanında,  Sunay
Akın’ın oyuncak müzesinde saklı kalmış çocuk parçanın ne görkemli sonuçlar
doğurabileceğini görüyoruz aslında.  Oyun nerdeyse yaratıcılık orda
filizlenmekte. Her yaratı eserinde oyundan alınan keyfe benzer bir dopaminerjik
boşalım hem onu yaratanda hem ona rastlayanda olmuyor mu zaten?  Jung’un
“Yaratıcılık aklın değil, oyun oynama becersinin sonucu”  sözü doğru değil mi?
İyi oynayanlar, kelimelerle de iyi oynarlar.
“öğrenemedim gitti,
öğrenemedim gidecek.
acaba oyunlar mı yalan,
oyunlar mı gerçek.

demin bir şeyler vardı,
hiç belli olmadan bitti.
buralarda biri oynardı,
belli etmeden gitti.

bana öyle geliyor,
bütün oyunlar gerçek,
yalnız şimdi bırakıp giden değil,
bir başkası gelecek”                        diyen Özdemir Asaf gibi.

Peki sizin oyununuz hangisi ya da Siz hangi oyunsunuz?

Hangi gerçek, oyununuz ya da hangi oyunu gerçeğiniz yaptınız?

One thought on “Siz Hangi Oyunsunuz?

Leave a comment